Gaziantep Üniversitesi’nde verdiği “Uzayın Derinliklerine Yolculuklar” adlı konserde sevenleriyle buluşan dünyaca ünlü piyano virtüözü Tuluyhan Uğurlu, konser öncesinde kendisi hakkında merak edilen soruları cevaplandırdı.
Neden piyano?
Piyano bana çok şey ifade eden bir çalgı aleti. Ben 4 yaşımdan beri piyano çalan onunla büyüyen bir çocuk oldum. Tabi bunda annemin payı çok büyük. Annem çok güzel piyano çalardı. O her çaldıkça ben de ondan çok etkilenirdim. Hayatımı o yaşlardan beri müziğe adadım. Konservatuar ve Viyana Müzik Akademisi’ni bitirdikten sonra ise, sadece kendi bestelerimi çaldım. Yani piyanoyu seçmemede ki en büyük neden evde birinin çok güzel piyano çalması diyebilirim. Çok da iyi olmuş. Hiçbir zaman şikâyetçi olmadım.
Babanız Halim Uğurlu’nun müzik yaşamınızda ki yeri nedir?
Babam şairdi ve son derece entelektüel bir insandı. Onun bu entelektüelliği bana ve benim bestelerime yansıdı. Ama bu yansımayı kimseler hissedemez. Çünkü o zaten sizin doğanıza işlenmiştir ve derinlerde gizlidir. Hani derler ya ‘Ağacın meyvesi dibine düşer’ diye benimki de o şekilde oldu. Zaten sanat kokan bir evde sanatçı olmamak ya da olamamak sanırım en büyük ayıp olurdu. Bana göre sanat iki aşktır. Edebiyat ve müzik. Bende bu iki aşkın içinden çıkıp gelen bir adamım.
Acaba Tuluyhan Uğurlu nasıl bir ortamda yetişti?
Çocukluğum, çocuk gibi geçmedi. Ben hiçbir zaman dışarıya çıkıp top oynamadım ve benim hiç oyuncağım olmadı. Benim yaptığım tek şey; boş zamanlarımda piyanonun başına geçip onu çalmaya çalışmaktı. Zaten öyle bir evde yaşıyorsunuz ki sanatçı olmaktan başka çareniz kalmıyor. Hiçbir zaman bu durumdan şikâyetçi olmadım. Çok elverişli bir çocukluk geçirdiğimi söyleyebilirim. Çocukluğum devamlı piyano başında geçti. Ben muhteşem bir gençlik yaşadım. İnsan hayatında öyle bir döngü var ki; hayat bazı şeyleri sizden alıyor ve size karşı kendini borçlu hissediyor sonra, bu aldıklarını ödemek istiyor. İşte bende de böyle oldu. Her ne kadar çocukluğumu yaşayamamış olsam da, Viyana’da, dünyanın en tatlı ve en güzel kızlarının olduğu bir şehirde tek başıma muhteşem bir gençlik yaşadım.
Müzik hayatınızı başka bir ülkede sürdürebilecekken, Türkiye’de kalmayı tercih ettiniz…
Gökyüzü her yerde aynı. Kendi ülkenizin kültürlerinden beslenmek kadar güzel bir şey yok. Sanatçı aslında insanlardan aldığını insanlara veriyor. Bu nedenle bende kendi ülkemin insanlarından aldıklarımı kendi ülkemin insanlarına veriyorum. Zaten ben, yılda 100 civarında konser veriyorum ve bu konserlerimin 50 – 55 tanesi yurt dışında oluyor.
Hocanız Cemal Reşit Rey…
O çok önemli bir adamdı. Halka en yakın olan sanatçılardan biriydi. Ben 5 yaşındayken tanıştım onunla. O, bana piyano dersi vermenin ötesinde çok önemli hayat dersleri de verirdi. “Şunu unutma, Allah, dört duvar, piyano ve sen” diyerek bana yaşadığım ve yaşayacağım tüm zorluklara tek başına direnmeyi öğretti. Sanat hayatıma baktığım zaman, müzik anlayışımın tamamen ondan etkilendiğini görüyorum.
Tarihi mekânlarda konserler veriyorsunuz…
Arkeoloji Müzesi, Yıldız Sarayı, Sirkeci Garı, Beyazıt Devlet Kütüphanesi, Topkapı Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, Nemrut, Çankırı’da Tuz Mağarası gibi pek çok tarihi mekânda konserler verdim. Zeugma’da bir konser vermeyi çok istiyorum. Elbette ki bunlar etkileşimlerimin sonucunda oluyor. Eğer bir mekânın ben de yaşattığı bir iz varsa tabi ki oranın yeri ben de çok farklı oluyor. Mesela ben Hititler aşığı bir adamım. Çorum Hattuşaş Harabeleri’nde ne zaman bir konser versem inanılmaz mutlu oluyorum.
Neden tarihi mekânlar?
İnsanlar artık konser salonlarından sıkılmaya başladı. Çünkü oralarda özgürlüklerine kavuşamıyorlar. Bu mekânlarda ise toz, toprak, çimen… Her şey özgürce. Konser Salonu’na girdiğinizde ise öksürmek, dışarıya çıkmak yasak. Yasak olmasa bile her şey sınırlı. Mesela; herkes Tuluyhan Uğurlu’nun konserini sevmek zorunda değil. Ama salonlara giren insanlar sanki işkenceymiş gibi sevmedikleri bir şeyi sonuna kadar dinlemek zorunda kalabiliyorlar. Ben hayatın içinde konser vermeyi seviyorum ve onun içinde tarihi mekanlarda konser vermeyi tercih ediyorum.
Beste yaparken nelerden etkileniyorsunuz?
Tarih, medeniyetler, insanların bakışlarından ve tavırlarından, yaşanmışlıklardan… Televizyonda izlediğim bir haber, bir şiir, okuduğum bir kitap, bir sohbet, dağlar, ormanlar, her şeyden etkileniyorum. Ama ilhamın nereden geldiğini çoğu zaman anlayamıyorum.
Ata’ya verdiğiniz bir söz var…
Yedi yaşındayken bir gün Anıtkabir’e gitmiştim ve Atatürk için bir eser yazacağıma söz vermiştim. Yıllar sonra Atatürk ve onun silah arkadaşları için 21 bölümlük senfonik bir eser yazdım. Ben çok küçükken onun çok yalnız olduğunu hissederdim. Bu düşüncem hala değişmedi. Biz nedense Atatürk deyince uçan birini hayal ediyoruz. Hâlbuki oda aramızdan biri. Aramızda kaçımız onu gerçekten anlıyor? Ne yaşadığı zamanda, ne de şimdi biz onu hiç anlayamadık. Onu hep rozetlerle yakamızda taşıdık ama bir türlü gönlümüze yerleştiremedik.
Bu noktaya gelene kadar ne gibi aşamalardan geçtiniz?
Ben 16 yaşımdan beri profesyonel anlamda konserler veriyorum. Ben küçükken bile kendi eserlerimi yazmaya çalışıyordum. Çünkü ben besteci olmayı kafaya koymuştum. Başkalarının eserlerini çalmaktan sıkılan bir yapıya sahibim. Eğer Mozart kendi eserlerini değil de başkalarını eserlerini çalsaydı acaba ‘Mozart’ olur muydu? Ya kendim yapacağım ya da hiç yapmayacağım. Eğer başarılı olmak istiyorsanız üretmeniz gerekiyor. Benim için bir eser üretene kadardır ondan sonra biter. Çünkü, o artık eskimiştir.
İstanbul sizin için ne ifade ediyor?
İstanbul dünya başkentidir. Avrupalıların 2010’da İstanbul’u dünya başkenti yapması benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü bu, İstanbul’a hiçbir şey katmaz. Sadece Avrupalılar için şeref olabilir. Türkiye bir gün AB’ye girerse, AB’nin başkenti Brüksel olarak kalmayıp İstanbul olmalıdır. Ben İstanbul konusunda çok ukalayım. Bence dünyada, farklı kültürlerin bu kadar özgür yaşandığı başka bir ülke yok. İstanbul’un sanatın ve ilmin başkenti olmasını istiyorum.