8 Mart Dünya kadın hakları günü, tarihi çok acı bir olayın neticesidir aslında. Tekstil fabrikasında çalışan kadınların ağır iş koşullarında, bir yangın neticesi ölen elliden fazla kadının ölüm olaylarını vesile bilerek, kapitalizmin kadın emeğini sömürüsüne bir isyan olayı olarak ortaya çıkmıştır. Pek çok önemli ve anlamlı günlerin aslında çıkış hikâyelerinde dramlar vardır ama zamanla ilgili olayın tarihi, toplumların hafızasına kazınarak yeni anlamlar üretmiştir. 8 Martta böyle bir tarihtir. Başlangıcında dram vardır, acı vardır, istismar vardır. Ama artık çağdaş dünyada 8 mart tarihi kadınların saygınlığını ve toplumlar için olmazsa olmazı sembolize eden çağdaş bir kavram ve anlamlı bir güne dönüşmüştür.
İnsanlığın yeryüzü serüveni kadınla başlar ve kadının gelişmesi ve evrilmesiyle insanlık gelişir ve dönüşür aslında. Batı toplumu kadını gerek kapitalizim öncesi ortaçağ skolastik felsefesinde inancı gereği, gerekse kapitalizmin ilk emarelerinde kadının iş gücüne duyulan ihtiyaçtan hareketle sürekli istismar ettiği için bu gün ki modern batı adeta günah çıkartırcasına kadını yücelten, girişimlerde bulunup kadınları ön planda tutmaya çalışıyor.
Bu davranış da geçmişteki kadına karşı uygulanan zulmün özrü mahiyetinde algılanabilir.
Toplumların kadın algısı birbirinden farklı olabilir elbette olmalıdır da zira her toplum farklı kültürel bağlamların tezahürüdür.
Yeryüzünde her şey zıddıyla birlikte var olur. Gece gündüzle, ateş suyla, erkek kadınla, kadın erkekle var olmuştur. Dünyadaki bütün topluluklar kadın ve erkekten oluşur. Lakin her toplumda kadının statüsü aynı değildir. Bu statüyü anlamak için toplumun genetik şifreleri olan destanlara bakmak gerekir. Destanlar, sistematik tarih yazımıyla oluşturulan tarihten daha gerçekçidir. Çünkü sistematik tarih yazımında tarih bir kişi tarafından yazılır, destanlar ise toplumun büyük bir bölümü tarafından oluşturulur. Kişilerin yazdığı tarih kitaplarında, tarihçinin bilinçaltı varken; destanlarda ise toplumun bilinçaltı vardır.
Destanlarda Türk kadını mert, cesur duruşuyla eşini ve ailesini her türlü tehlikeden korur. Bu yönleriyle erkekten bağımsız birer karakterdir.
Göçebe Türk toplumunda kadının fizikî yapısıyla güçlü olması, ruhen de güçlü olmasını getirmiştir. Ama bu güçlülük hiçbir zaman erkekleşme anlamına gelmemiş; toplum içerisindeki saygınlıklarını ve haklarını artırmıştır. İbni Batuta, Seyahatname’sinde Kırım’da yaşadıklarını anlatırken şöyle der: “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türklerin kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.”
Bu destanlara bakarak eski Türk toplumlarının kadına bakışı bugünkü Batılı anlayıştan daha ilerideydi diyebiliriz. Çünkü kadın bugün birçok yerde dişiliğiyle var olabilirken, o dönemde kişiliğiyle “insan” olarak varlığını ispat edip, yüceltmiştir.
Türklerin ilk yazılı belgelerinden olan Bilge Kağan Yazıtı, Kağan’ın “Sizler annem, hatun, büyük annelerim, hala ve teyzelerim, prenseslerim…” sözleriyle başlar. Göktürk Yazıtları’nda İlteriş Kağan ile annesi İlbilge Hatun’un tahta birlikte çıktıkları anlatılır. Eski Türkler, Han ile Hatun’un gök ve yerin evlatları olduğuna inanırdı. Büyük Hun İmparatorluğu adına, Çin ile ilk barış antlaşmasını Mete’nin eşi imzalamıştır. Fermanların “Hakan ile Hatun buyurur ki…” diye başlaması gereklidir. “Hakan buyurur ki…” diye başlayan fermanların hükümleri geçerli sayılamayabilirdi. Savaşlarda zaferin tam olarak kazanılması için Hatun’un ele geçirilmesi gerekirdi. Bu da onun siyasi ve sosyal önemini göstermektedir. Kadınlar doğrudan vali, kale muhafızı, sefir olabilirlerdi.
Türk kadınının bu durumu İslamiyet’ten sonra da devam etmiştir. Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Melikşah, Diyarbakır Beyi Mervani Nasırrudevle’yi huzuruna kabul etmeyince, Nasırudevle Sultan’ın eşi Terken Hatun’un himayesine sığınarak Hatun’un desteğiyle istediği anlaşmayı elde etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde dünyadaki ilk kadın teşkilatlarından olan Bacıyan-ı Rum’a (Anadolu Bacıları) rastlamaktayız. Bu kadınlar üretimin her alanında yer aldıkları gibi, Moğol istilası esnasında da Moğollara karşı savaşmışlardır.
İslam dininde kadın-erkek eşitliği söz konusudur. Ahzâb Sûresi’nin 35. ayetinde “Bütün Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, inanan erkekler ve inanan kadınlar, itaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, sadık erkekler ve sadık kadınlar, sabırlı erkekler ve sabırlı kadınlar, tevazu sahibi erkekler ve tevazulu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve kadınlar, işte bunların hepsine Allah, bir bağışlama ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.” denilerek kadınınla erkeğin sorumlulukta ve mükafatta eşit olduğu açıkça anlatılmıştır.
Bazı tarihçilerin yazdığının aksine Osmanlı’da çok eşlilik yaygın değildir. Kuran-ı Kerim’de birden fazla evlilik adalet şartına bağlanmaktadır. Nisâ Sûresi’nin 129. ayetinde de kadınlar arasında adaleti sağlamanın mümkün olmadığı dile getirilmektedir.
17. yy. İstanbul’una ait Şeriyye sicillerinde yapılan araştırmalarda birden fazla evliliğin oranı % 7.65 olarak tespit edilmiştir. Anadolu’da ise bu oran şehirlerde % 9.27, köylerde % 0.3’tür.
Osmanlı’da kadın faal olarak üretimin içerisindeydi. Ekonomi toprağa dayalı olduğu için, kadın-erkek birlikte çalışmaktaydı. Bu döneme ait fermanlara bakıldığında kadınların dükkan açtığı, ticaretle uğraştığı, kocaları hakkında dava açabildikleri görülmektedir. 1678 yılında Bursa’daki 387 mancınık tezgahının 157’sinin kadınlara ait olması iş hayatında faal olduklarını, İstanbul’daki 1533 adet vakfın kadınlara ait olması da hayır işlerinde faal olduklarını göstermektedir.
Tanzimat’la birlikte kadınlar için birçok yenilik getirilmiştir. 1881 Nüfus Nizamname’si ile imam nikahından resmî nikaha geçilmiştir. Kadınlar 1842’de hemşirelik eğitimi almaya başlamışlar; 1869’dan itibaren Sanayi Mektebleri’nde eğitim görmeye başlamışlar; 1869’da ilk Kız Sanat Okulu açılmış; 1874’te Kız Öğretmen Okulu açılmış; 1876’daki Kanun-ı Esasi ile kız çocuklarının ilkokul eğitimi almaları zorunlu kılınmıştır.
Emperyalist güçlere karşı yapılan Kurtuluş Savaşı’nda büyük fedakarlıklar göstermiş olan Türk kadını, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birçok hakkını dünyadaki hemcinslerinden önce elde etmiştir. 4 Ekim 1926’da kabul edilen Medenî Kanun ile tek eşlilik getirilmiştir. Bu kanuna göre kadın evlenme ve boşanma hususlarında erkekle eşit haklara sahiptir. Kadınlar 3 Nisan 1930’da belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkına, 5 Aralık 1934’te de milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkına sahip olmuşlardır. 1935 seçimlerinde 18 kadın milletvekili Meclis’e girmiştir.
Türk kadını bugün hayatın her alanında kendine yer bulmaktadır. Türk kadını Cumhuriyetin kendisine getirdiği haklar ve geçmişten gelen özellikleriyle hak ettiği büyük konumu her zaman muhafaza edecektir.
Gaziantep Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. M. Yavuz COŞKUN