Birçoğumuz artık krizin A.B.D. de morgage (konut kredisi) ile ilgili olduğunu iyice kavramış durumdadır. Bu konunun gündemimizde bu kadar çok yer etmesinin sebebi, batılı politikacılar ve ekonomistlerin bu krizi, “1930’daki Büyük Buhran’dan sonra en ciddi ekonomik kriz” olarak tanımlamalarından da anlaşılabilir. Fakat belki anlamadığımız husus, bunun neden önlenemediği ve dünyadaki diğer ülkeleri neden bu kadar çok etkilediği olabilir.
Esasında şimdi baktığımızda birçok ekonomist için sebep gayet açıktır. A.B.D. Merkez Bankası 2004’ün ortalarına kadar işsizliği düşük seviyelerde tutmak, ekonomik büyümeyi sürdürmek amacıyla, kolay para politikası izlemiştir. Bu politika gereği Merkez Bankası hedef faizi düşük tutarak, piyasada para arzını bol tutmuştur. Bunun kısaca anlamı, halk ve şirketler için kolay borçlanma imkânının sağlanmasıdır. Örneğin Türkiye’de Merkez Bankası, bunun tam tersi bir politika izlemektedir. Faizleri yüksek tutarak, borçlanmayı zorlaştırmakta ve iç talebi kısarak enflasyonu düşürmeye çalışmaktadır. Amerikan Merkez Bankası’nın bu politikasına ek olarak, yüksek dış ticaret açığının doğurduğu büyük miktardaki sermaye girişi, likidite bolluğunu desteklemiştir. ABD halkının ürettiğinden fazla tüketmesi sonucu, ülke yıllardır yüksek cari açık vermiştir. Başta Çin olmak üzere özellikle Uzak Doğu Ülkeleri ABD’ye karşı ticaret fazlası vererek, büyük miktarlarda dolar rezervi oluşturmuşlardır. 2007 senesinde ABD’nin toplam cari açığı 700 milyar dolar civarında gerçekleşmiştir. Bu para(fon), ABD finans piyasasına girerek, kredi olarak devletin harcamalarını, şirketlerin yatırım faaliyetlerini ve halkın tüketim harcamalarını finanse etmiştir. Bundan anlaşılacağı gibi halkın harcaması ve ev alması için uygun koşullar sağlanmıştır.
Durum 2006 ortalarında tersine dönmeye başlamıştır. ABD Merkez Bankası, 2004 Haziran ayında hedef faizi %1’den %1.25’e yükseltmiştir. Merkez Bankası hedef faizindeki artış, 2006’nın Haziran ayında, faiz %5.25 oluncaya kadar devam etmiştir. Aynı dönem içerisinde gösterge banka borçlanma faizi, %4’ten %8’e çıkmıştır. Bu durumda zaten ödeme durumu zayıf olan ve bankaların agresif borç verme politikası sonucu morgage kredisi alarak ev sahibi olan dar gelirli halk, yükselen faizler sonucu borcunu ödeyememeye başlamış, böylece krizin fitili ateşlenmiştir. Aşırı talep sonucu yükselen konut fiyatlarının daha sonra düşmeye başlamasıyla haczedilen konutların tekrar satışından elde edilen gelir, borcun tamamını kapamaya yetmemiş, borcu verenlerin zarar etmesine neden olmuştur.
Bu noktada küçük bir parantez açarak bundan yaklaşık 25 yıl öncesine dönmek istiyorum. 1974’ten sonra petrol fiyatlarının büyük oranda artmasıyla petrol ihraç eden ülkelerin kasalarına büyük miktarlarda petro-dolar kazancı birikmeye başlamıştır. Bu kaynak uluslararası bankalarda birikmiş ve bu bankalarında yüksek kazanç peşinde koşmaları sebebiyle yüksek faizle borçlanmayı kabul eden Latin Amerika ülkelerine aktarılmıştır. 1979’dan sonra ABD ve Avrupa ülkelerinde faizlerin artmaya başlamasıyla borçlanma faizi daha da artmıştır. Eski borç yeni borç ile kapatılmaya başlanmıştır. Bu süreç 1982 yılına gelindiğinde Meksika’nın borcunu ödeyemeyeceğini ilan etmesiyle durmuştur. Daha sonra bunu Brezilya ve Arjantin izlemiştir.
Tekrar konumuza dönecek olursak, 2006 senesinin sonlarına doğru bazı sorunların olduğu fark edilmeye başlanmıştır. Mart 2007 senesinde HSBC’nin, ABD’deki faaliyetlerinde yaklaşık 10 milyar dolar zarar açıklamasıyla, kötü borç politikasının sonuçları somut olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Bundan sonra peşi sıra birçok banka, fon, sigorta şirketi ya zarar ettiğini ya da zarardan dolayı iflasını duyurmaya başlamıştır. İlk başlarda iflas edenlerin küçük finans kuruluşları olması, olayın derinliğinin tam olarak bilinememesi ve “zarar eden katlanır”, düşüncesinin hükümet çevrelerinde hâkim olması, politika yapıcılarının harekete geçmemesine neden olmuştur. Fakat 2008 senesine gelindiğinde, zarar açıklamalarının sürmesi ve finans devlerinin iflas etmeleri veya çok zor durumda kalmaları, konunun ciddiyetinin, boyutunun ekonomistler ve politikacılar tarafından anlaşılmasına neden olmuştur.
İşin bir ilginç yanı, morgage krizinden etkilenmiş olan birçok finans kuruluşunun morgage kredisi vermediğidir. Gelişmiş finans piyasalarına sahip olan ABD’de konut kredisi veren bankalar, borçluların senetlerini bir araya getirerek, bir menkul kıymete dönüştürmekte ve bunu da bir tahvil gibi başka yatırımcılara satmaktadırlar. “Morgage Backed Security”, diye adlandırılan bu menkul kıymete sahip olan kişi veya kuruluşlar, konut kredisi geri ödemelerini alan hak sahipleridirler. Dolayısıyla yüksek getiri sağladığı düşünülen morgage backed securities alan ABD’li ve Avrupalı birçok finans kuruluşu, doğrudan bu olaydan etkilenmiştir. Sermayesi kıt olan Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerdeki kişi ve kuruluşlar, genelde bu tür menkul kıymetleri satın almadıkları için morgage krizinden doğrudan etkilenmemişlerdir.
Zamanında önlem alınmaması sonucu kriz bir salgın hastalık gibi her yere yayılmıştır. Finans kuruluşları, karmaşık işleyişleri sebebiyle zaman zaman birbirlerinden borç alma ihtiyacı duymakladırlar. Bankaların batmaya başlamasıyla güvenilirlik ortadan kalkmıştır. Kısa vadeli likidite ihtiyacı duyan bankalar, bunu diğer bankalardan temin edemeyince onlar da zor durumda kalmışlardır. Bu durumda bankalar reel sektöre borç vermekten kaçınmaya başlamış, bu da tüketim ve fiziksel yatırımların azalmasına neden olmaya başlamıştır. Kriz beklentileri arttıkça tüketiciler tüketimlerini daha da kısmaya başlamış ve böylece kötü bir döngü başlamıştır.
Bunun biraz da geç fark edilmesinden sonra hükümetler bankaların batmasına izin vermeme kararını almış, ABD hükümeti ilk başta 700 milyar dolarlık bir kaynakla olaya müdahale etmiş, Avrupa’daki hükümetler de benzeri yollar izlemiştir. Krizin reel sektöre sıçramasıyla da teşvik paketleri artmıştır. Merkez bankaları da bankalara ihtiyaç duydukları likiditeyi daha kolay sağlamak için borçlanma faizlerini önemli miktarda düşürmüşlerdir. Halkın güvenini arttırmak için bol bol ne gerekiyorsa yapılacağı bildirilmiştir.
Türkiye gibi toksik menkul kıymetlerden doğrudan etkilenmemiş olan ülkeler de dolaylı olarak Dünya’daki gelişmelerden etkilenmeye başlamıştır. Ekonomik durgunluğa giren batılı zengin ülkelerin daha az mal ve hizmet ithal etmeye başlaması, diğer ülkelerin ihracatının azalmasına neden olacaktır. Örneğin Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin verdiği son rakamlara göre, Türkiye’nin 2008 yılı Kasım ayı ihracatı, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 22 azalmıştır. Ülkeyi olumsuz etkileyecek bir diğer etki kanalı da, sermaye eksiği olan Türkiye’nin daha az dış kaynak bulabileceğidir. Böylece yatırım ve tüketim muhtemelen olumsuz etkilenecektir. Nitekim, yabancı yatırımcılar, bu olayların başlamasıyla kendi sermaye ihtiyaçlarını karşılamak, riskli ülkelerden çıkmak amacıyla, hisse senedi ve tahvil piyasasından çıkmaya başlamışlardır. Bu da borsanın önemli miktarda değer kaybetmesine ve faizlerin yükselmesine sebep olmuştur. Yabancıların döviz talebinin önemli miktarda artması sonucu da Türk Lirası yabancı paralar cinsinden değer kaybetmiştir. Bütün bu olumsuz gelişmeler sonucu son OECD raporuna göre, Türkiye’de 2009 yılında büyüme yüzde 2′nin altına ineceği, 2010 yılında ise dünyadaki iyileşmeyle birlikte yüzde 4,5′e çıkacağı tahmin edilmektedir.
Sonuç olarak bu ekonomik krizinde gösterdiği gibi günümüzdeki hızlı gelişmeler ekonomi yönetimini gittikçe zorlaştırmaktadır. Ekonomi ile ilgili kararlar daha da önemli hale gelmiştir. Çok basit gibi görülen uygulamalar dahi çok önemli sonuçlar doğurmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Ömer Özçiçek